
Bazen zihnimizde bir delik varmış gibi olur. O deliği çer çöple, gündelik işlerle kapatmaya çalışırız. Yıllar geçtikçe o deliğin küçüldüğüne hatta kaybolduğuna kendimizi inandırırız. Ama bir gece rüya dediğimiz o anı hortlatıcısı, yıllar önce yaşanılan kara sahneleri oynatıverir. Uyandığımızda delik yine büyümüş ve kalbimize kara irinler sızdırmaktadır. Çektiğimiz acının oluşturduğu yaranın, ilaç sanılan zamanla kabuk bağladığı düşünülür. Ama bir söz, bir rüya, bir şarkı, bizi kabuğun altına zihnimizdeki o deliğe indiriverir. Yaralar, kabuk bağlasalar da kabuğun altındaki dehlizde yaşamaya devam ederler. Önemli olan yaralarımızdan, acılarımızdan öğrendiklerimizdir belki de. Miquel de Unamuno’nın dediği gibi: “Acı, bilincin yoludur ve yaşayanlar onunla kendilerinin bilincine sahip olurlar.” İnsan yaşlandıkça ya da acı deneyimlerden sonra acıyla baş etmeyi ve yaşadıklarından ders almayı öğreniyor mu? Cioran’ın bir hastası ona şöyle diyor: “Benim acılarımın neye hayrı var? Acılarımdan yararlanabilecek ya da onlarla böbürlenecek bir şair değilim ki!” Şairler, acılarının, yaralarının gerçekliğine tutunup şiirler yazarlar. Elbette diğer yazın dalları, resim, sinema, tiyatroda da en etkileyici bir yöntemdir. Susan Sontag’a göre; “Yazar, bir insan olarak acı çeker; yazar olarak da bu acısını sanata dönüştürür. Yazar, çektiği acıyı, sanatta elde edeceği kazanç uğruna kullanmayı keşfetmiş kişidir – tıpkı azizlerin, ruhların selameti için acı çekmenin yararlı ve gerekli olduğunu keşfetmeleri gibi”. Yazar, şair, ressam vb. birçok sanatçının yapıtlarında acı, başroldedir. Örneğin Furûğ’un yaraları aşktan ve ataerkil düzendendir. Tüm varlığının karanlık bir ayet olduğunu yazar. Yaşadığı acılarla çok kez öldüğünü anlatır;
“Haklısınız
Ben hiçbir zaman ölümümün ardından
Cesaret edemedim aynaya bakmaya
Ve o kadar ölmüşüm ki
Hiçbir şey ölümümü artık
Tutamaz”
(Çeviren: Hatice Gülcan Topkaya)
Bazen insan aşk yarasını sarmak, iyileştirmek istemez. Son kalan izi silmek, aşkının anısına saygısızlık etmek gibi gelir. Ölene dek o sızıyla ve hüzünle yaşar. Tutkunun Sisifos’udur artık o. Cioran’a göre, “Bir tutkuya kapılma yatkınlığı da acı çekmeye yazgılı olunduğunu iyi gösterir.”
Susan Sontag her gün temizlik, yemek vb. işleri yapmak zorunda olan ev kadınlarını mitolojideki Sisifos’a benzetir. Fiziksel, ruhsal ve zihinsel olarak iyileştirilmesi olanaksız olan bir hastalıktan dolayı ölene dek acı çeken insanların da Sisifos’tan pek farkları yoktur. Her gün dik bir dağın tepesine kocaman bir kayayı çıkartmak zorundadırlar. Toplum bu insanları dışlar. Yanlarında onlara destek veren aile bireyleri varsa onlar da bir çeşit Sisifos’turlar. Bu insanların yaraları ölene dek kabuk bağlamaz. Hayatın kendisi bir açık yara halindedir. Her gün yukarı taşıdıkları kaya yuvarlanıp düştüğü için altında kalmamak için de mücadele ederler. Toplum sözleriyle, bakışlarıyla, davranışlarıyla her gün bu insanların yaralarını derinleştirir. Sürekli keder ırmağı Akheron’un akıntısında yaşarlar. Sisifos’u tanrılar suçundan dolayı cezalandırmıştır ama bu insanlar suçsuz oldukları halde toplum onları dünyanın cehennem tarafına sürmektedir. Schopenhauer, hemen bütün acılarımızın kaynağı olarak toplumu gösterir ve yalnızlık sayesinde mutluluğun en temel unsurunu oluşturan ruh dinginliğine kavuşabileceğimizi söyler. Elbette kişinin topluluğa gereksinim duymayacak kadar çok şeye kendinde sahip olması büyük bir mutluluktur. Ama hasta insanların yalnız kalmaları pek kolay değildir. Cioran ise rahatsızlıkların, acının bilincimizi uyandıracağını savunarak “bilincin muayyen bir yoğunluğa ulaşması için organizmanın zarar görmesi, hatta dağılması gerekir: Bilinç, başlangıcında, uzuvların bilincidir.” der. Her birimizi geçmiş acılarımızın ürünü olarak görür. Bir hastalık sonucu sağır olduktan sonra Goya’nın resimlerinde kullandığı imgeler ve renkler değişmiştir. Karanlık tonlarda, deliler, mitolojik yaratıklar, şeytanı simgeleyen yarasalar, ölümü simgeleyen baykuşlar, uçan cadılar, korkunç yaratıklar, devler, vaşaklar vb. sembolik anlamları olan figürlerle dolu resimler, gravürler yapmaya başladı. Hayatının en karanlık döneminde yaptığı bu resimler en çarpıcı resimleri olmuştur.
Susan Sontag’a bir gün lösemi olduğu ve yakında öleceği söylenir. Çektiği acıyla ve ölüm gerçeğiyle yüzleşerek hastalığının başlangıcından bir yıl sonra “Bir Metafor Olarak Hastalık” adlı kitabı yazar. Hastalığı sırasında onunla yapılan bir söyleşide acının ve hastalığın bilincinde yarattığı etkileri şöyle açıklar:
“Hastalandığımızda psikolojik veya fiziksel veya insani açıdan başımıza sıra dışı bir şey geldiğini düşünmeye başlıyoruz çünkü daha yüksek bir bilinç durumuna geçmenin başka yolunu bilmiyoruz.” “Fiziksel acının yanı sıra hastalığın terörünü, dehşetini hissediyordum ve gerçekten korkuyordum. Yaşadığım şey en şiddetlisinden, hayvani bir panikti. Ama coşku dolu, inanılmaz yoğun anlar da yaşıyordum. Başıma akıl almaz bir şey gelecekmiş, muhteşem bir maceraya atılmışım gibi hissediyordum; Hasta ve muhtemelen ölüyor olma macerası. Ve ölümü kabullenmek gerçekten olağanüstüdür.”
Sanatla uğraşmayan birisi, yarasını başka bir şeye dönüştürmediğinden yarasının kabuk bağlaması da çok daha zordur. Bellekte mutlu anlardan çok acıların izi kaldığı doğrudur. Yaralarımız, kalbimizin ve beynimizin dikenleri gibi öylece dururlar. Ne sonbahar rüzgârları ne de depremler onları düşüremez, yok edemez. Ancak sanatın o engin çayırlarındaki dikenlerin arasında belki bir gonca başını gösterebilir.
Dilek Değerli
Kaynakça
– Yaşamın Trajik Duygusu, Miquel de Unamuno, çev. Osman Derinsu, İnkılap Yay. İstanbul,1986.
– Burukluk, E.M. Cioran, çev. Haldun Bayrı, Metis Yay. İstanbul, 2013.
– Bir Başka Doğuş, Furûğ-i Ferruhzâd, çev. Hatice Gülcan Topkaya, Om Yay. İstanbul, 2002.
– Sanatçı: Örnek Bir Çilekeş, Susan Sontag, Hazırlayanlar. Yurdanur Salman,Müge Gürsoy Sökmen, Metis Yay. İstanbul, 2013.
– Susan Sontag: Bilincin Kapılarını Aralamak, Jonathan Cott- Rolling Stone Söyleşisi, çev.Zeynep Heyzen Ateş, Sel Yay. İstanbul, 2013.
– Yaşam Bilgeliği Üstüne Aforizmalar, çev: Güven Savaş Kızıltan, Ara Yay. İstanbul, 1990