SONBAHAR SANCISI


Yapraklar yine pencereme vurup savrulurken bir sonbahar rüzgarının beni neşeyle karşılamadığının farkındaydım. Tıpkı dün olduğu gibi bugün de bana haykırıyor, içindeki nefreti kusuyordu. Yapraklar önce camıma vurup savrulurken sonra onun saçları gibi dağılarak sokağın üzerine uzuyorlardı. Sanki bir perinin uzanan kolları gibi siyah saçları bütün evlerin üzerinde rüzgarla yol alıp dans ediyor ve bir vals müziği gibi baş döndürüyordu. Ben ise yine özlemle onu arıyor, bu boş sokaklarda ki rüzgarın bizi kavuşturabileceğine dair kendimce saçma bir şekilde avunuyordum. Kendi düşen ağlamaz derler, aynen buydu yaşadığım.

            Kronos’un kıvrak bıçağı olsa da kalbime düşünmeden saplayıp bu ızdıraptan kurtulsam! Peki hatam ne miydi…? Hayır onu aldatmamıştım. Ben sadece yapılmaması gereken bir başka şeyi yapmıştım. Biraz beni bunaltması sonucu ona ayrılalım demiştim. Bu Aysel’in gururuna çok dokunmuştu. “Ya, demek öyle. Peki, bundan sonra beni zor görürsün.” demiş ve arkasına bakmadan gitmişti. Aysel’e ben her zaman sen benim Dryad’ımsın derdim. O da “O ne?” derdi. Ormanlarda yaşayan ağaç perisi demek.” derdim.

            Bu benzetmem daima onun hoşuna giderdi. Bir peri gibi güzel, duru yüzünü süsleyen bukleli saçları içeri, kulaklarına doğru bir kıvrım alır, aklıma Alfred Hitchcock’un filmlerinde oynattığı kadın oyuncular gelir ve güzelliğine bir daha bakar, doyamazdım. Şimdi ise sadece sokağa, karşımdaki kızgın denize bakarken ne kadar aptal olduğumu bir kez daha anlamış bulunmaktayım. Neden hâlâ düşünüyorum ki; aslında çok basit, git mutfağa çekmeceyi çek ve bir bıçak al, olsun bitsin işte! Ama hayır. Bunu yapamam. Bunu yapacak güç bende yok. En azından Aysel’i son kez görmeden böyle bir şeyi yapabilmem mümkün değil. Belki bugün camına çıkar ve ben onu bir saniye bile olsa görebilirim.

            Bu düşünceyle sarı renkteki Castello bisikletimle 1 kilometrelik uzaklıkta evine pedal çeviriyorum. Esen sert rüzgar, ara sıra bisikleti devirmeye çalışsa da başarılı olamıyor. Rüzgar yüzümü serinlettiği gibi içimde yanıp tutuşan duruma merhem olmuyor. Sokakta gördüğüm tek tük insanlarda bir yaşam telaşı. Her biri bir yere gidiyor. Teker teker kaybolan yüzler sanki pencere üzerinde eriyen birer yağmur damlalarını hatırlamam sebep oluyor. Sonunda perimin evinin sokağındayım. İşte ikinci kattaki o turuncu panjurlu evi. Cam açık ancak kimse yok. Benim acelemde yok! Bisikletin üzerinde bekliyorum.

            Birkaç saniye geçtikten sonra eli yüzü düzgün bir oğlan, ben yaşlarda elinde bir sürü kırmızı gülle sokağa, sonrada Aysel’in kapısının önüne geliyor. Uzaktan izlerken “Bu da ne demek oluyor?” diye kendime soruyorum. Biraz sonra Aysel kapıyı açıp çocuğa sarılınca beni görmemeleri için hızla ağacın arkasına saklanıyorum. Beni görmemelerini sağlıyorum. Aysel çok mutlu. Çiçekleri görünce yüzünde açan mutluluk demeti onu daha da güzelleştiriyor.

            İçeriye bir şey söyleyip kapıyı çekip çıkıyor ve çocukla el ele tutuşup yürüyorlar. Bense ağım açık, şaşkın bir şekilde bakıyorum. “Ama Aysel…” sözleri ışıltı halinde dudaklarımdan ağaçlara, havaya yayılıyor. Sert esen rüzgar yaprakları birer yağmur damlası gibi üzerime saldırıyor. Onlardan kurtulup, canım sıkkın bir şekilde bisikleti sahile sürüyorum. Kızgın dalgalar bana bakıp önlerindeki kayaları dövüyor. Aysel ile o çocuğu düşünüyorum. Çiçekleri, Aysel’in mutluluğunu…Sonra da ne kadar salak, ahmak bir adam olduğumu. Böyle güzel bir kızı denizde batan bir yelkenli gibi kaçırmam ne içler acısı. Saatlerce o deniz kenarında oturmuşum. Farkında bile değildim. Ta ki bir adamın gelip “Saatiniz kaç?” diyene kadar.

            Ne de çabuk unuttun beni? Yaralı kanayan gemilere mahkum ettin beni, seni sevdiğimi söylüyorum dön geri, bu adamı yok etme perilerin güzeli…

Osman Özer