
Bulut kümesine hapsedilen güneşin görünemeyeceği bu ocak gününü neden karşılamak istesin ki insan? Oysa sabahın ilk ışıkları ilkyaz gelince korkutmaz insanı. Kuşluk vaktine kadar süren şöleni teri kurumayan metropol insanı bilmez pek. Kışın güne başlamak için yataktan çıkmaz istemezken o güzel sarı mevsimde zaman en güzel yalanını uydurur: her şey yeniden başlayacaktır ve çok farklı olacaktır. Bir Ege kasabasına tatile gidilecektir, belki onca kırgınlığı saracak yeni bir aşk gelecektir. Sonbahara kadar devam eder bu rüya ve eylül o bütün anaçlığıyla tanıştırır bizi dünyanın gerçeğiyle ve hayatın asıl mevsiminin güz olduğu ile.
Saatim çalmadan önce yataktan kalkıyorum ve bir öncekinden kesinlikle farklı olmayacağını bildiğim sabahı selamlıyorum. Aynı saatte gelen otobüs, birbirinin aynısı televizyon programlarını izlemekten yorgun yüzler, ortalama filmlerden biriktirilmiş birörnek aşk cümleleri. Küreselleşmenin hızını arttırdığı son yirmi yılda neredeyse yerel bütün yaşam biçimlerini ve tatları kaybettik. Aynı filmin içindeki oyuncular gibi repliklerimizi tekrar etmeye devam ediyoruz. Yeraltı dünyasında sonsuza kadar bir kayayı bir tepenin en yüksek noktasına kadar yuvarlamaya ve bunu her gün baştan tekrarlamaya mahkum olmak… Sahi modern dünyada ne çok Sisyphos var, mavi ya da beyaz yakasıyla…
Mitoloji insanlığın ortak birikiminin belki de en derini. Zeus’tan Poseidon’a, Afrodit’e insanlığın nice korkusuna, tutkusuna karşılık gelmiş karakter, motif olmasaydı kültür dünyamız ve zenginliğimiz kuşkusuz çok eksik kalırdı. Mitolojinin kültürel etkileşimin ve dünyaya açık ufukların yoğun olduğu Ege güneşi altındaki bereketli topraklarda, liman kentlerinde ortaya çıkmış olması da hiçbirimizi şaşırtmıyor.
Sisyphos denizcilik ve ticarette ün salmış fakat konukseverlikten uzak, yolcularını öldürecek kadar açgözlü ve hilekar bir kraldır. Zeus’un nehir tanrısı Aspos’un kızı Aegina’ya tecavüz ettiği sırrına ihanet edince Zeus Sisyphos’a ölüm meleği Thanatos’u gönderir. Sisyphos, Thanatos’u zincire vurur; Zeus müdahale etmek zorunda kalır. Ölüler Ülkesi’ne götürülen Sisyphos kaderine katlanmak istemez. Karısından kendisine cenaze töreni yapmamasını isteyince Hades’in öfkesini de çeker ve yıllarca yeryüzünde yaşamaya mahkum olacaktır. Yaptığı hileler yüzünden Sisyphos Tanrılar tarafından büyük bir kayayı dik bir tepenin doruğuna yuvarlamaya mahkûm edilmiştir. Sisyphos tam tepenin doruğuna ulaştığında kaya her zaman elinden kaçmakta ve Sisyphos her şeye yeniden başlamak zorunda kalmaktadır.
Sisyphos aslında birçoğumuzun içinde yaşıyor, onunla ya hiç tanışmıyoruz ya da çok geç tanışıyoruz. Dünyanın ve hayatın birçok boyutunu görmezden gelerek idealize ettiğimiz dar alanlar uğruna her gün, her ay, hatta her yıl aynı büyük çabayı gösterirken farkına bile varmadan ıskaladığımız hayat…
1960 yılından bu yana Beckett’in bu oyunuyla beraber kültür tarihinde absürd tiyatro kavramına şahit oluruz. Bu yeni tiyatroda, yabancılaşma, umutsuzluk, izolasyon gibi temalar eserlerde yer almaya başlar. Bu tür oyunların ilk yorumlarında Camus gibi varoluşçu filozofların fikirlerinden de faydalanılmıştır. Ünlü eleştirmen Martin Esslin’e göre, absürd kavramı yunan mitolojisindeki Sisyphos’tan gelmekte ve bir anlamda Godot’yu Beklerken oyunu da Sisyphos efsanesinin yeni bir yorumudur. Oyunda iki serseri: Vladimir ve Estragon kendilerini çorak bir yere ”fırlatılmış” olarak bulurlar. ”Normal” bir sahne yoktur, kısa cümleler kullanılır ve hiçbir somut şey olmaz.
İkinci dünya savaşı bütün dünyada ciddi bir travmaya yol açtı ve bundan sanat da etkilendi. Sadece sıradan halk değil, entelektüeller arassında da ciddi bir düşünsel sancının zirve yaptığı bir dönemdir savaş sonrası yıllar. Rönesans ve aydınlanma ve yüceltilen akıl, özgürleşmenin bir eşiği olarak görülmüştü lakin aynı akıl atom bombasını yapınca kültür dünyasının bundan etkilenmemesi mümkün değildi, bu ”hasta zaman” uzun yıllar devam edecekti. 19. yüzyıl Avrupasında hammadde bolluğu, modern bilimler ve teknolojiye olan inanç refah devletinin artık yakın olduğunu düşündürüyordu, 1776 ruhu her şeye çare olacaktı fakat beklenen olmadı. Savaş sonrasının bu derin etkisi Camus, Sartre ve Dino Buzatti’de de etkisini gösterir ve kuşkusuz bütün bu büyük varoluşçu düşünür ve yazarlar Sisyphos’un hikayesinden etkilenmiştir.
Yıllar sonra belki de Hollywod sinemasının en iyi örneklerinden biri olan The Matrix (1999) filmi, Sisyphos’a bir modern selam niteliğindedir. Sırf hayatta kalmak için istemeden çalışılan işler, tahammül edilmek zorunda olunan insan ilşkileri, tüketim toplumunun dayattığı yaşam kalıpları bir matris içinde Sisyphos’a çeviriyor insanı. Truman Show (1998) ise her günü medya ve reklam dünyası tarafından kontrol edilen, Jim Carrey’nin başarıyla canlandırdığı başka bir Sisyphos yorumudur. Bir gün başına bir spot düşer ve her gün aynı kayayı yine yeniden yuvarladığı yokuşu terk eder.
Giderek insanın insana sağırlaştığı bu asırda Sisyphos’un yarası hepimizin içinde kanamaya devam etmiyor mu? Kış akşamı erken kuşatıyor kenti yine de Akdeniz’in sevgilisi Alsancak sokaklarında olmak kışın bile çok güzel. Zihnime Güz Kadın’ın bir imgesi düşüyor, her zamanki gibi sade ve asil. Aşk belki de Sisyphos’un yarasının tek merhemi.
Özgür Sürek