KRONOS’UN GİDİŞİ


Hayatımdaki bütün kadınlar yürümeyi hiç sevmiyorlar ve tekerlekli bir canavara tapıyorlar, neden Ulu Gaia? Eve adımı mı atar atmaz annem, karım, beş yaşındaki kızım, hep aynı tınıyla, “Araba uzakta mı?” Diye sesleniyor. Hatta kızım “Ajaba ujakta mı?” Arabaya her bindiklerinde başlarına bir şey gelecek diye ödüm kopuyor.

Karıştığım kazalardan öğrendiğim tek şey, insanın sevdiği her şeyin bir gün yitip gideceği gerçeği. Karşılaştığım ilk andan itibaren biliyorum bunu. Ailem, köpeğim, kedi -kedim değil- bir gün ölüp toprak altına girecek. Sonrasını da biliyorum. Çünkü “Geriye dönüp önleyebilirdim!” diyeceğim. “Geriye dönüp önleyebilirdim…”

Her yere yürüyerek gidiyorum, bazen vapurla… İş yerinde masaya dizilmiş kahvaltılıklar beni bekliyor. Kahve, kızarmış ekmek, tereyağı ve Ambrossia*1 marmelatının kokuları tam iştahımı kabartacakken, aklıma hep onlar takılıyor. Kızım, karım, annem.  Yıllardır cafcaflı bir sigorta şirketinde, Apathe*2 Sigorta Şirketi’nde kaza ve hasar tespiti ekspertiz raporları hazırlıyorum.

Sabah dumanı tüten poğaçasından koca bir ısırık aldıktan sonra o lokmayı yutamadan, poğaçanın kalanı, yeni yıkanmış paspasa düşerken, kalp krizi geçirip tırın altına giren… Anlatırken bile içim daralıyor. Benzin istasyonundan kahveyle birlikte aldığı, yeni çıkan albümün ilk şarkısını dinlerken kaynar kahveyi bacak arasına döktüğü için zincirleme kazaya sebep olup ölen insanların arabalarıyla, daha doğrusu arabalarından arta kalanlarla ilgili raporlar düzenliyorum. O metal canavarlar perte çıkarıldıktan sonra servislerin şefkatli kucaklarında toparlanıp, pasta cila çekilip yeni canlar almak için, eskisinden de daha göz kamaştırarak yeniden sokaklara karışıyorlar. Pek üzülemiyorum artık. Arka koltukları süngerlerine kadar yanmış araçlardaki, rengi bile kaçmamış oyuncakları görünce bazen biraz…

Kapalı otoparklara çekilmiş kazalı araçların arasındayım bütün gün. Sigara yanıklarını ve kiri göstermeyen döşeme içi mini onarım paketlerini kullanmalarına gerek kalmayacak artık.

Akordeon gibi katlanmış arabalar, rahatsız edilmeden huzur içinde çürümeyi bekliyorlar. Bu mahzen gibi yerde düşünüp duruyorum. Daha önce üzerinde hiç kafa yormadığım şeyleri anlamaya çalışıyorum, çoğunca da anlayamıyorum. Raporlardan görüyorum, arabayla intihar edenlerin çoğunun kasko bitim tarihine bir hafta falan kalmış oluyor. Tekrar niye yenilesinler ki?

Bir arada olmaktan nefret eden ama yalnız kalmaktan da korktukları için toplu intihar eden-lerde durum biraz daha farklı tabii.  Motor kaputlarına gökyüzünden boğa atılmış gibi çoğu. Bazen dalıp saatlerce onları izliyorum. Ama içindeki insanların geçmişlerini değil. Öncesi yok sadece şu an. Parçalanan hayatları ve arabaları için en az sigorta şirketleri kadar üzülüyorum.

O gece yine trafik kazalarıyla ilgili kâbuslar görüp durdum. Günün birinde güzel, ateş kırmızısı bir arabanın içinde sıkışıp ezilecektik. Saatte yüz seksen beş kilometre hızla giderken, yüzüm direksiyona girmiş, bir önceki kazada patladıkları için hava yastıkları zaten yok, öğle şekerlemesi kadar kısa süren bir ölüm. Çocuk koltuğunda oturmayı hep reddettiği için kızım camdan fırlamış. Kırılmış boynuyla ıslak asfaltta yatıyor. Okula uyum zorluklarıyla sınırlı değil yaşam.

***

Yanık lastik. Kızgın demir. Dağlanmış et kokusu… Islak caddede süzülen, ince, kırmızı bir hat. Siren sesleri. İtfaiye tazyikli köpük sıkarak soğutuyor otomobilleri. Üç otomobil birbirine girmiş. İkisi beyaz biri kırmızı. Ambulans görevlileri beş kişiyi ayakta tedavi ediyor. Kırmızı arabanın içindeki tedaviye yanıt veremeyecek üç beden, siyah torbalara tıkıştırılmadan önce dumanı tüten enkazın ortasında olay yeri inceleme ekiplerini bekliyor. Bir zamanlar kırmızı olan dudaklar hızla maviye dönüşecek. Artık burada olmayan insanlardan, hayvanlardan geriye kalan binlerce anın, duygunun gölgesi ortalıkta geziniyor. Hortumu dolanmış bir itfaiye eri, yerde cansız yatan bir güvercini ezmemek için ayağıyla kaldırıma doğru itiyor. O da oradaymış, şansızlık. Haber bültenlerinde bahsi geçmeyecek.

“Galiba başımı çarptım.”

“Arabanızda kalın.”

“Şu kırmızı araba iki takla attı, küçük kız camdan fırladı.”

“Sakin olun bayan.”

“Ben sakinim.”

“Ehliyet ve ruhsat lütfen, ambulans yaralılarla ilgilenecek.”

“Birden fren yaptı, dörtlüleri bile yanmıyordu.”

Arabalarından caddeye fırlayan insanları, konuşma biçimleri ele veriyor ne söyledikleri değil. Bir sedyeden öbürüne alınıyorum. Ciğerlerimde bir şeyler kopuyor. Şişkin bir lastiğin şiddetle patlamasını andırıyor daha çok.  Bir tek sağ kolum ve yüzüm acımıyor, yalnız kaşım dikiş istiyor belli ki, sıcak bir acı usul usul yokluyor. Ellerim buz gibi. Sızlıyor. Buzlu suyun içinden çıkarmalıyım. Bacaklarımdaki yanıklara dayanamıyorum. Sinir uçlarımın yanması, acı hissini bir süre sonra ortadan kaldırıyor. Ardından biraz his kaybı. Can çekişmek, gecenin bir vakti kavanozdan fıstık ezmesi kaşıklamaya benziyor. Belki de biz abartıyoruz. O anı düşünmek uykusuzluğuma ilaç gibi geliyor, üstüme dayanılmaz bir ağırlık çöküyor. Tatlı bir uyuşukluk, direksiyon başında tüm bedenimi ele geçiriyor. Balda kızarmış yer fıstığı gibiyim, gece haberlerinde ilk çekilen görüntülerde direksiyona gömülü başımı buzlamışlar, zaten normalde de kameralarda pek iyi çıkmam.

Sadece benim emniyet kemerimin takılı olduğunu hatırlıyorum. Bize sol arka bagaj kapağından çarpan beyaz, yıldız amblemli otomobil, caddeye bir tek farını bıraktı sadece. Ama kazaya sonradan karışan beyaz, ayağa kalkmış aslan logolu öbür arabanın bagajı, kaportacıların şehvet dolu öpücüklerine hazır. Bagajı gömülmüş sedan, çoktan hatchback olmuş. Hele çamurluklara ne demeli…  Çok kaynatılmış ıhlamur renginde, arabamızın bütün kırmızılığını tek seferde yutmuş. Aracın arkası hiçbir şeyden haberi olmadığını anlatmaya çalışan görgü tanığı ağzı gibi açık. Arka cam tuzla buz, küp küp doğranmış domates.

Egzoz borusu yerde sürünüyor. Motor boşta. Eksantrik dişlisi dönmeye devam ediyor. Sürücü endişeli. Eğer hayatının en azından küçücük bir bölümü yolunda olsaydı yoldan çıkan aracını bu kadar da dert etmeyecekti. Çekici yaklaşıyor, yüzünde duygusuz bir gülümseme, normal tarifenin üç katı fiyat isteyecek sağ kalanlardan. Ölen ölür kalan kalır, kalan sağlar çıkar sağlar. Arai ’ye*3 küfrediyorum. Caddeden geçen düğün konvoyu, araçlarını durdurup kazayı izliyor. Onlara gelen çiçekler bir gün sonra buradan kalkan cenazelere gidecek.

Kaza öncesinde gazı iyice topuklarken kontrolden çıkarıvermişti yıldız amblemli otomobil. Oysa yolu spaghetti gibi yutuyordu o ana kadar. Sesi gök gürültüsü gibiydi, yoldayken çok iyi hissettiriyor olmalı. Sürücü, direksiyonu ikiyi on iki geçiyor şeklinde tutuyordu, kendinden emin.  Kentin dışında kutlama yapmışlardı, haliyle içkinin ölçüsü kaçıvermişti. Radyoyu açmıştı, oda müziği çalıyordu. Okşayıcı, dingin, keman ve çello sesleri otomobilin içini doldurdu, enstrümanlar giderek belirginleşti, düşler suyundan bir yudum daha aldı, notalar zihnindeydi artık. Yedinci senfoni, ikinci bölüm, son ses. İbre giderek artıyor. Saçlarını yeni sarıya boyamış hâz arkadaşı yan koltukta endişeli, kapının iç koluna sımsıkı tutunmuş, iri yeşil gözleri ibreye kilitli. Kusmadan hemen önce “Ne olur yavaşla,” deyip radyoya doğru derin bir öğürtüyle kusuyor.  Otomobilin radyosundan, Ludwig’in keman konçertosu kulağına kulağına çalınıyor. Beyaz toz bulutu havalanıyor, kabinde un çuvalı patlatılmış. Ludwig yok artık, sürücü de, Ludwig yanımda, sesini kalınlaştırarak, sağır kulağıma doğru fısıldıyor, “Kocaman bir fincan kahve onu kendine getirebilirdi,” silik bir gülümsemeyle yanımdan ayrılıp beyaz araca doğru gidiyor.

Silecekleri vızıl vızıl çalışırken, son anda uğramaktan vaz geçtiği benzin istasyonuna girebilseydi, bu gece böyle bitmeyebilirdi.  Durup düşünecek zamanı olacak, istasyondaki serinlik biraz olsun onu kendine getirecekti. Yarısını devirip döktüğü kahvesinin kalanını içecek, fincanın dibinde kalan şekilleri uzun uzun seyredecek, bu eciş bücüş şekillerden otuz sayfalık bir hayat hikâyesi çıkaracaktı. Şimdi, gücü tükeninceye değin vızıldayan ve sıkışıp kaldığı pencereden ötesine bir türlü geçemeyen bir sinek gibi köşeye kısılmış, hareket edemiyor. Sıkıca bağladığı spor ayakkabısı fırlamış. Hâz arkadaşı şokta, boş gözlerle ona bakıyor. Yüzü gözü kusmuk içinde, ananaslı oto kokusunun yerini kesif bir ekşi koku almış.

Diğer beyaz aracın radyatör parçaları koparak ön cama saplanmış. Torpido gözü kör olmuş. Ön çamurluklar kapıları sıkıştırmış, yardıma koşup gelenler kapıları zorluyorlar ama açılmıyor. Sürücü koltuğu tavana yükselmiş, kırılan dizi pedallara yaslı. Gözleri korku içinde dışarı fırlamış. Damarlarında dolaşacak ağrı kesicilerin harikalar yaratan etkisine öylesine muhtaç ki. Bir itfaiye ya da polis arabası sireni gittikçe büyüyerek ona doğru yaklaşıyor. Trafik ışıklarının uzaktaki yansımalarından gözlerini kaçırıyor. Başkalarına anlatırken geniş bir zaman diliminde yaşıyor. Oysa farkında olmadan çoktan şimdiki zamana hapsolmuş.

***

Bundan yıllar, bilemiyorum belki on yıllar önce gece korkunç bir rüya görmüştüm. Ter içinde uyanmıştım. Hayatımda ilk kez rüyamda trafik kazasında öldüğümü görüyordum. Yüzüm gözüm kan içindeydi. Dikiz aynasında yüzümü görünce az kalsın bayılıyordum. Hani rüyada kan görmek rüyayı bozardı? Korkunç düşler bitmek bilmiyordu. Sanki yaşadığım her şey bir kâbusmuş ama uyanmaya da korkuyordum.  Rüya anksiyetesi başıma böyle musallat olmuştu. Arka arkaya felaket rüyaları… Ödünç aldığım kehanetler. Kazada ölen insanlar etrafımda dolaşıyordu. İnsanlar bende bir tuhaflık olduğunu hissedecekler diye ödüm kopuyordu. Geceleyin onları düşünüyordum. Karanlıkta kıpırtısız. Bu döngüyü kırmak istiyordum ama her gece tekrarlanıyordu. Bir daha ve bir daha. Aklımdan çıkmayan tek şey buydu. Yürümeliydim, ne kadar uzağa olursa olsun. “Araba yok!” diyordum. “Araba kullanmayı sevmiyorum.” diye yüksek sesle ekliyor ama her şeye burnunu sokan iç sesimi ikna edemiyordum.

Uyuyor ve her gece trafik kazasında can veriyorum, hiç de öyle çabuk değil üstelik. Çarpışmanın şiddetiyle, yay gibi önce geriye sonra ileriye fırlıyorum. Boynumdaki ağrı ve sertlik hiç geçmiyor. Düzleşen boynumu her gün lavanta kokulu kremlerle ovalıyorum. Saç diplerim bile ağrıyor. Sonra kendime yine aynı arabadan alıyorum, aynı model aynı renk. Bu duruma nasıl geldim, hiç anımsamıyorum. Belleğimde boşluklar var.

Hatırladığım ilk kazayı 1955 model Porsche 550 Spyder’la yaptım. Ben kullanmıyordum, şoför o dönem için çok ünlü, yakışıklı, gençten bir aktördü. Karşı yönden gelen bir araç biçti bizi. O hemen öldü, daha yirmi dördündeydi. Tekerleklerinde çiğnenmiş kedi, köpek, kirpi, fare… Deney maymunları da hâlâ sinekler gibi ölmüyorlar mı sanki. Hatırladığım başka büyük kaza da 1960’ta Facel Vega HK500’le yaptığım kazaydı. Bu sefer ben direksiyondaydım. Yanımdaki arkadaşım da öldü kazada. O sıralarda ününün zirvesinde bir yazardı, kırk yedisindeydi. Bugüne kadar çok daha fazla kazaya karıştım ama bu kâbuslar hiç bitmedi.

***

 “Zincirleme trafik kazasına ne dersin?” diyor Ananke*4. Kaç araba var? diye soruyorum. “Altı,” diyor. “Dört ölü. Üç yaralı.” 18 Haziran 1973 Cumartesi. Kaza tarihi ön rezervasyon, üç ex, ikisi ağır, toplam üç yaralı. Biri belden aşağı felç kalacak, diğeri yoğun bakımda ex olacak. Yine Japon arabası mı? diyorum. “Yok bu sefer Ateş Kırmızısı Fargo.” Diyor, gülümseyerek ekliyor, “Bu senin emeklilik ikramiyen.”

Ertesi sabah yine oto bayiindeyiz. Annem ikramlık kanepelere kürdan takma derdinde, karım kızımın elini sıkı sıkı tutuyor. Satış danışmanına ateş kırmızısı arabayı soruyor. “Peki bu arabalar güvenli mi sizce?” Dudağını belli belirsiz bükerek, “En az insanlar kadar.”  diye karşılık veriyor, sesi “Retro ya da vintage bir modele ne dersiniz?” diye sorduğu tonla aynı tonda değil, buz gibi.

Gece aynı yerde zincirleme kazaya karışıyorum. Dikiz aynasını kırıp elime alıyorum. Böyle yapıldığını trafik polislerinden öğrendim. Burnuma tutuyorum, buğulanmıyor. Şükürler olsun kalıp da acı çekmeye değecek kadar güzel bir dünya değildi, diyorum.

Ambrossia*1: Olimpos Tanrılarının baldan dokuz kat daha tatlı olan yiyeceği. Bu gıdadan tadanlar ölümsüz oluyorlardı.

Apathe*2: Hile Tanrısı

Arai*3: Beddua Tanrısı

Ananke*4: İnsan şeklindeki Kader Tanrısı

                                                                                                         Ümit Aykut Aktaş