
Şehirde uyandığı kaçıncı gündü bugün, kaçıncı sabah? Küçük parmaklarıyla hesapladı Zarife; bir, iki, üç, on … üzerine üç otuz daha koydu, toplamaya çalıştı, çıkaramadı. Babasının kapıcı dairesinin tek gözlü odasında ikiye katlayıp yatak yaptığı yün yorganın üzerine doğrulup oturdu. Gördüğü rüyayı hatırlamaya çalıştı. Yorganın bir köşesine basarak iyi bildiği o telaşlı haliyle anasının silueti geçti önünden. Onun bu halini ezbere biliyordu Zarife. Köydeyken anasının eteğine yapışır anası nereye o da oraya giderdi. Ev işlerine koşturuşuna, kaynar kazanda çamaşır yıkayışına, ahırda süt sağışına, tüm o telaşa minik ayaklarıyla ortak olurdu. Anasını böyle önünden geçerken görmek heyecanlandırmıştı Zarife’yi. Çok zaman olmuştu onu görmeyeli. Özlem içini burkuyordu, ağlamamak için gözlerini ovuşturdu uzun uzun. Evin demir kapısının sesini duyduğunda hâlâ yataktaydı Zarife. Telaşlı adımlarla hızla koştu kapıya.
Kucağında kirlilerle dolu eski bir leğen. Adımları ağırlaşmış, demir attı eşiğe Suna. Körelmiş bir bıçağın ucu gibiydi aklı son zamanlarda, kestiremiyordu artık ne yapacağını. Uykusundan uyandı çocuk koşup yapıştı anasının eteğine, çekiştirdi eteği. İrkilip kendine geldi Suna, çıktı gömüldüğü kuyudan. Kollarındaki ağırlığı hissetti sonra, çamaşırlar geldi aklına, bahçeye geçti. Bir tuğla çekip oturdu üstüne, bir tuğla da çocuk için. Kazanın altını yakmıştı sabahtan. Su kaynamaya başlamıştı. Beyaz sabun, sıcak su… İyice ovalamalıydı Suna. Beyaz donuna, fanilasına yapışan o kadınlıktan kurtulmalıydı. Ne etse arınamıyordu bir türlü, bundandır ki her Allah’ın günü kaynardı o kazan. Leğene düşüp, elleri kaynar suda kabarana, kan, derisinden sızana dek çamaşır çitiler, aklına hapsettiği diğer Suna’yla tartışıp dururdu. “Kaç zamandır bu cehennemdesin Suna, say bakalım. Bir yıl, iki yıl, üç yıl… Say, daha daha… Çocuğun yaşını hesapla, çıkarırsın mutlaka.” “Çocuğu karıştırma, onun bir günahı yok.” “Kes sesini, çocuk olmasa çoktan çıkmıştık bu cehennemden.” Çocuğa döndü yüzünü Suna, onun ruhundan habersiz, beyaz sabunların köpüklerini üfürüyordu çocuk.
Aralanmış kapıda bir sis bulutu gibi dağılıp giden anasınıgördü Zarife. En son ne zaman görmüştü onu. Arada sırada rüyasına girerdi ama yüzü bir dağın öteki tarafı gibi karanlıktı hep. Uzun zamandır bu yüze hasret, anasının elinden çıkma, desenleri solmuş, eprimiş pazen geceliğiyle koştu arkasından, sokağa çıktı. Göremedi önce, korktu. Adımlarını hızlandırdı. Sokağın sonundan savrulan allı güllü eteği gördü de köyündeki çeşmeden soğuk koca bir tas su içmiş gibi ferahladı içi. Ah işte anasının allı güllü eteği oradaydı. Kokusuna çekilerek bir gülün, nazik adımlarla takip etmeye başladı eteği. Ciğere kilitlenmiş bir kedi misali güneş sabahtan ikindiye devrilene dek gül etekte etek rüzgârda takip etti Zarife anasını. Ne yetişebildi ona ne de gözden kaybetti onu.
Annesini kaybettiğinde hiç üzülmedi Suna. Rahmet okumadı arkasından. Şehre cenazesine de gitmedi. Kocası gitti cenazeye, şehir uzaktı birkaç günden önce de gelemezdi. Yıllardan sonra ilk defa tek girdi yatağa bir kuş kadar hafif. Yerde yatan çocuğa baktı. Yadırgadı. Onun parçası mıydı gerçekten, içinde mi taşımıştı onca ay. Çocuk onun içindeyken o da çocuğun içinde sayılmıyor muydu peki? Hüzünlü hüzünlü baktı çocuğa. Günahsız o diye geçirdi içinden. Diğeri boş durmadı çıktı ortaya. Bir kahkaha patladı aklında Suna’nın. “Günahsızmış peh. Adamın dölü. Her gece ırzına geçen adamın.” Susmuyordu, boyuna konuşuyor fırsat vermiyordu, Suna’ya. Susturmak için yalvarmaya başladı Suna. Bu defa annesine söylenmeye başladı. “Oh geberdi işte, kaltak karı. Cehennemlerde yanar inşallah, bizim yandığımız gibi.” “Deme öyle, çaresiz kaldı. Dokuz çocukla bir başına…” “Satmadı mı bizi bu hayvana, her gece o mu girdi koynuna. Bak bize bak. Çocukmuş günahsızmış. Buraya geldiğimizde çocuk değil miydik biz de? Söylesene külotun kan görmüş müydü öncesin de. Oh olmuş, şu adamın dölü de.” demesini beklemeden kulaklarını tıkadı Suna. Yüksek sesle yanık bir türkü söylemeye başladı, çocuğu uykusundan uyandırdı. Üzerindeki ağır yorganı attı anasının yanına vardı çocuk. Teklifsiz anasının koynuna girip uykuya daldı. Ertesi gün büyük bir neşeyle uyandı Suna. Cenaze bugündü ama düğün dernek kurulmuş gibi geldi Suna’ya. Kazan kaynamadı o gün, çamaşır yıkanmadı. Aynanın karşısına geçti. Saçlarını topladı. Bir türlü alışamadığı örtüyü çenesinin altında bağlayıp köy yerinde gezmeye uygun bir kıyafet seçti. Çocuğun ellerinden tutup kucağına oturttu. Saçlarını taramaya başladı, çok olmamıştı ki acıyla bir ah çekerek elindeki tarağı fırlattı. Tarağın dişleri sıcak sularda kabarmış etini sıyırmıştı, eli kanamaya başlamıştı Suna’nın. Gözlerini anasının yüzünden ellerine devirdi çocuk ve avuçta biriken kanı gördü.
Ayaklarını dağlayan acıyı hissettiğinde anladı Zarife ayaklarının çıplak olduğunu, merakla birini kaldırıp baktı altına. Daha önce gördüğü bir kırmızıyı gördü orda, bulut bulut kabaran kırmızıyı. Anasına olan özlemi acısına ağır bastı. Panikle kaldırdı kafasını, etek yoktu artık ortada. Ayaklarının acısını unutarak ne tarafa koşacağını bilemeden sağa sola koştu göremedi anasını. Etek yoktu. Gül kokusu yoktu.
İçinde derin bir yerde iç organlarını tutan ip kopmuş, bütün organları dağılmıştı sanki. Öyle yanıyordu içi. Şehre taşındıkları gün eşyalarının arasında bulamadığı bez bebeğini özledi. Bebeği kollarındayken ne olursa olsun ağlamazdı Zarife ağlayacağını hissettiği zamanlarda bez bebeğini kucaklar, onunla konuşur ona hikayeler anlatır ve kendini ağlatacak konudan uzaklaştırırdı. Anasında öğrenmişti bunu da. Ama şimdi yoktu bebeği üstelik ayaklarının altındaki yangın daha da şiddetleniyordu. Gittikçe artan acıya rağmen ağlamamak için kendini tutuyor sımsıkı yutkunuyordu Zarife. Dayanamadı daha fazla, yanaklarından birkaç damla gözyaşı döküldü. Ağzında biriken gözyaşları susuzluğunu hatırlattı.
Annesi öldüğünden beridir çocuğu aç biilaç tek başına bırakıp sabahın köründe evden çıkıyordu artık Suna. Dağ bayır dolaşıyor kaçacak yer arıyor bulamıyordu. Akşam karanlığı basınca tüm gün dolaşmaktan yorgun, saçları dağılmış, baş örtüsü elinde çıplak ayaklarla köylünün önünden kendi kendine konuşarak eve varıyordu. Köyde adı çoktan deliye çıkmıştı bile. Kimileri bunun cinlerin işi olduğunu söylüyordu, daha akılları ise şehirli bir kadının köy hayatına katlanamamasına yoruyordu. Köy ahalisi kocasını bir kenara çekip anlattı halini Suna’nın. Kocası da farkına varmıştı Suna’nın son zamanlardaki garipliğini ama böyle evden çıkıp çıkıp gezdiğinden haberi yoktu daha. Kaba saba, çirkin bir adamdı ama merhamet doluydu yüreği. Birkaç kez doktora bile götürmek istemişti de omuz silkmiş oralı olmamıştı Suna.
Köylünün diline sakız olmaya dayanamadı kocası sinirlendi o gün hiç olmadığı kadar. Eve nasıl vardığını anlamadı. Toprağın sertleştirdiği kara ellerini kaldırıp eşek sudan gelinceye dövdü Suna’yı. Çıtı çıkmadı Suna’nın. Son zamanlarda iyice zayıflayıp bir deri bir kemik kalmış canı, çoktan çıkmıştı da bir ölüyü dövüyordu sanki kocası. Çocuk anasının yanına ağlayarak varmasa oracıkta canını alacaktı Suna’nın. O dayaktan sonra hepten kaybetti aklını Suna köylü möylü, adam madam, çocuk mocuk dinlemiyordu artık. Sabah oldu mu vuruyordu yine kendini dağa bayıra. Saatlerce dolaşıyor eve kocasından sonra dönüyordu artık. Eve varır varmaz da yatağa giriyor uyuyordu sabaha dek.
Gün akşama dönmüş, gökyüzü kızıla boyanmıştı. Çölün ortasına düşmüş bir bedevi misali yönünü bilmeden açlığın ve susuzluğun da vermiş olduğu halsizlikle yürümeye devam ediyordu Zarife. Evden çıktığında farkına varmadığı şehir gözlerinin önünde gittikçe genişliyor onu bir bez bebeğe dönüştürüp yutmaya hazırlanıyordu sanki. Tuzdan yanmış gözlerini kaldırarak kızıla çalmış gökyüzüne baktı. Korku, bir örümceğin yavaş yavaş ördüğü ağ gibi büyüyordu içinde. Anasını bulamamış üstelik koca şehirde kaybolmuştu. Arkasına dönüp uzun uzun baktı Zarife. Evi hatırladı, yıllar yıllar öncesinde kalmıştı artık oraya varması imkansızdı. İrin toplamış bir yaranın patlaması gibi patladı içinde korku, yayıldı ruhuna. Bu korkuyu daha önce de yaşamıştı Zarife. O sabahı hatırladı.
O gün dalgın bakışlarla uyandı Suna. Çocuktan yana yüz çevirdi, gırtlağından bir lokma geçmesine izin vermeden, çıkmaya hazırlandı. İşte o gün çocuk da yapıştı anasının eteğine. Anası nereye o da oraya gidecekti. Suna’nın aklında o gün başka bir şey vardı. Eteğine yapışmış eli söküp çıkardı. Canı yanmıştı çocuğun. Sicim gibi durmadan akan yaşlarla yüksek sesle ağlamaya başladı. Çocuğa çevirince bakışlarını bir anlığına kızgın bir alev yaladı içini Suna’nın. Eteğine tekrar yapışan eli sökmeye içi elvermedi bu defa. Belki dedi içinden, belki de birlikte…
Gecenin karanlığına varmadan yürüye yürüye otobanın yamacına vardı Zarife. Karşısındaki sarı binayı o vakit fark etti. Binanın bahçesindeki ağacı gördü de içi ışıldadı o vakit. Çınar oradaydı işte. Anasını ziyarete geldiklerinde sormuştu babasına. Çınar demişti babası. Ulu çınar ağacı. Köydeki evin yamacındaki ağaçtan bellemişti onu. Oraya varmak, içinde kabaran koca seli boşaltmak istiyordu artık Zarife, dayanacak ne gücü ne de takati kalmıştı ama işte şu önünde vızır vızır akan caddeyi nasıl geçecekti. Koca koca araçların, otomobillerin otobanda çıkardığı sesleri, kornaları nasıl savuşturacaktı. Çeperinden taşmak için can atan ve önüne çıkan ne varsa alıp götürmek isteyen koca bir nehir vardı karşısında.
Deli deli akan nehir işte karşısındaydı Suna’nın. Nehri görünce içi rahatladı. Aylardır hatta yıllardır gördüğü serabı nihayet yaratmıştı işte. Şimdi karşısında capcanlı şarıl sarıl akıyordu. Eteğiyle neredeyse bir olmuş eli okşaya okşaya sıyırdı Suna. Yanı başında duran çocuğun önüne geçip eğildi. Uzun uzun gözlerine baktı çocuğun. Diğer elinin başparmağı ağzında uykulu gözlerle anasına baktı çocuk da. Dur burada dedi Suna, biraz it üzümü bulayıp geleyim, acıkmışsındır. Çocuğu orada bırakıp ilerledi. Çocuğun görüş alanından çıkıp nehrin dibine geldi. Bir adım kaldı dedi kendi kendine, bir adım.
Elini uzattı Zarife karşı kaldırıma. Arkasına bakmadan ilerledi Suna, daha da yaklaştı suya. Otomobillerin hızına aldırmadan bir adım attı caddeye Zarife, bir adım daha. Acı bir fren sesi patladı havada, derinden akan su sesine karıştı. Zarife koşup tuttu elinden anasının çekti kenara. Bir el tutup kopardı Zarife’yi şaşkınlıkla durmuş otomobilin önünden. Zaman durdu o an, gül kokusu sardı etrafı.
Süreyya Deniz ÖZCEYLAN