
“Filtre kahve alabilir miyim?”
Gürültülü, hızlı ve tebessümden uzak bakışların ardından acımtırak tada nihayet erdim. Uzun zaman dış duvarın dallarla kaplandığı için boyanmayan kısmını izledim. Duvar yazılarını kapatma işi sarmaşık yapraklarına bırakılmış. Masanın üzerinde bardağı döndürüp, keşke bizim kahvemizden söyleseydim diye geçirdim içinden. En nihayetinde zarif bir fincan yanında lokum ikramı hala vardır herhalde. Şekillerle uydurduğumuz fal günlüklerimizi hatırladım. Lekeler gözümün önündeki yaşamımı, hüzünlendiren heveslerimi getirdi aklıma.
Her zaman geldiğimiz mekandı burası. Sahipleri değişmiş ama dekor aynı. Belli ki eskinin ekmeğini yiyorlar hala. Bisiklet seslerinin eksik olmadığı bu sokakta, dükkândan dükkâna gergin iplere asılan afişler, tentelerin tepelerinden güzün tadını çıkaranların plaj eşyaları sarkıyor. Festival hazırlıkları afiş asımlarıyla başlamış. Sezonda canlanan kitapçının camında -son çıkan kitaplarda indirim fırsatı- yazıyor. Harçlıkları biriktirip aldığımız kitaplar geldi aklıma. Kim bilir kimin elinde, belki de sahaflarda sürünüyor. Küçük notlarımız aşk şiirleri gibi dilden dile geziniyor belki de. Açık yaralı kalbim Mektuplarımızı sakladığımız tuğla duvarı kesin şimdinin gençleri kapmıştır. Belki de yıllardır bakmadığım için ondan gelen haberleri kaçırdım. Buluşma yerlerini, mektuplarımızı, küçük hediyeleri. Sokağın ıssızlaşmasını sakinleşmesini beklerken, sonbaharda aşk başkadır filminin sahneleri aklımda.
Tuğlayı çıkardığımda minik hediye paketleri fırladı. Sanki daha önce kurcalanmış da apar topar yakalanmamak için tıkıştırılmış gibi bir anda kucağıma düşüverdi. Tek tek açtım. Heyecanlandım. Ama hiçbiri bana değildi sanki. Yani ya tarzımı unutmuştu ya da benim için değildi. Başkası mı vardı hayatında? Yok yok ben ona söz vermiştim. O da bana. Bu ihtimali düşünmek bile istemedim. Bunca yıl yıpranmadan nasıl durabildi? Belki de başkaları keşfetmişti ve aşklarını bir dikdörtgene sığdırmaya karar vermişlerdi. Koca dünyaya bizim gibi haykıramamışlardı sevgiyi.
Hızlıca teperek kapattım tuğlayı, ne gerek vardı sanki depreştirmeye. Birkaç gün sonra gidecek ve bir daha gelmeyecek olmanın hüznü kaplamıştı şimdiden. Herkes birbirini bir şekilde buluyordu. Zihin birbirini arayan, karşı karşıya geldiğinde ben de seni andım az önce dedirten bir mekanizmaysa eğer, tüm sinyallerimi gönderdim. Sen neredesin? Sonra bir an içim ürperdi. Ya artık yoksa…
Yokluğu üzerine düşünmek bile istemiyorum. Yine kuruntularla konuşmaya, boğazımda düğümleri örmeye başladım. Tuğlayı bir daha yerinden yavaşça çektim. –Sana geldim. 17 Eylül 2022– yazılı notu koydum. Tanımaması mümkün değildi yazımı. Onun yokluğunu düşünmek yok diyerek oradan ayrıldım.
Hüznüme nispet eder gibi kahkahalı sokaklardan, onarılmayan konakların önünden, basamakları çökmüş mermer merdivenlerden geçtim. Kalenin dibinden gelen yüksek perde festivalde buldum kendimi. Ne garip ama sık sık olur bana bu. Zihnim doluyken gideceğim yere odaklanamam bazen, beden hafızam götürür. Yine aynı kafede buldum kendimi. Farklı bir açıdan oturarak izledim sokağı. Duvara dönük değil, sokağa dönük. Sonra düşündüm ben neden o yazıyı yazdım ki? Ya başkası alırsa kâğıdı, telefonumu, nerede kaldığımı öğrenip peşime takılırsa. Durduk yere dert. Hızlıca taş duvara gittim. Tuğlayı çektiğimde iki kâğıt fırladı kucağıma hediye paketleriyle. “Geleceğini biliyordum. Beni görmesen de beni seni gördüm. Aynı kafede oturdum, aynı sokaklarda gezdim. Ben seni burada aynı gün aynı saatte hep bekledim.”
Gözlerim etrafta onu ararken, ya başkasıysa ve bana oyun oynuyorsa diye düşündüm. Vücudum rüzgarda titreyen kurumuş yaprak, güzü bekleyen, çıplaklığından utanan. Aktı gitti içimden bir sıcaklık. Elimden duvara bulaştı. Kirecin beyazı, pervazın mavisi vişne rengine ala büründü. Bir uğultu yaklaştı çok da derinden değildi. Kulaklarım uğuldadı, taş kesildim, yine yakalanmıştım. Kime ne zararımız vardı? Oysa ne kadar masumduk. Masum iki genç.
“Bak biliyordum onu burada bulacağımı, her yerde dolaştırdı durdu beni.”
“A deli yavrum, kınalı kuzum. O artık yok, çökme duvarlara. Dizlerinde derman, ayaklarında deri kalmadı. Nasırların oturdu taş gibi, yaşlı bedenime. Kınalı kuzum nazlı yavrum, o artık başka diyarda, gelecek diye umma. Gel ilaçlarını al, dizimde yat, gökyüzünü beraber seyreyleyelim. Bir tek ben severim seni, ben düşünürüm. Bir daha çıkma evden.”
Oysa ben umutluydum, belki ondan bir haber gelir diye. O günleri tekrar yaşamak ne kadar da iyi hissettirdi. Kahvemi yudumlayıp, bir O oluyordum, bir kendim. Bir o yazıyordu kâğıda, bir ben. Fala her baktığımda gördüğüm yüzük, arayışımı bitirdiğimi anlatıyordu bana. Diğer yarımı buldum Aristofanes, bütün olduk diye haykırıyordum. Duvara dönük oturmak, serinlikle dans eden yaprakları uçuşturup, sarmaşıkların sakladığı soluk yazılarımızı ortaya çıkarıyordu. Bunu bir tek ben mi yaşıyordum. Ne demek O artık yok.
“Pislendi duvarlar anne, ala bulandı.”
“Olsun yavrum ben yanındayım, yeniden boyarım.”
Ebru Köfter